Ucup giden hayallerim,3

    Model Detayları

    • Kayıt Tarih: 27 Mart 2013 7:06:36
    • Bitiş Tarihi: Bu ilanin süresi doldu

    Model Açıklaması

    Ucup giden hayallerim,3

    setmedim. Beni uzun uzun seyredip gözlerimin içine bakar-
    ken hiç rahatsız olmadım.”
    “Düzeltiyorum,” diyor hınzır bir ses tonuyla. “Bence, sen
    bu adama aşık oluyorsun.”
    “Yok canım daha neler? Duygularıma bir isim koyabil-
    mem için henüz erken. Zaten bu, o kadar da önemli değil. Si-
    nan’la diğer insanlarda sık rastlamadığım yoğun şeyler pay-
    laşabileceğimizi seziyorum. O duygusal patlamalarını yarat-
    tığı heykellere yüklediği için olsa gerek, son derece sakın bi-
    ri. Bu da hem onu, hem ilişkilerini huzurlu kılıyor.”
    “Ne garip yaratıklarız, değil mi Elvan? Hem beğenil-
    mek, arzu edilmek istiyoruz hem de bize alıcı gözle bakan bir
    erkeğin karşısında kendimizi kötü hissediyoruz. Valla adam-
    lar da ne yapacaklarını şaşırdılar. Ne sağımızdan geçebiliyor-
    lar ne solumuzdan. Onlara bakarsan bizden daha dertli du-
    rumdalar.”
    Jülide’nin şakayla söylediği sözleri düşünüyorum. Aslın-
    da bu durum tam bir trajedi. Kadınlar erkeklerden, erkekler
    de kadınlardan şikayetçi. Her iki taraf da birbirlerini suçlayıp
    dururlar. Görünürde birbirinden beklentileri aynı ama beklen-
    tiler pratiğe dökülünce çelişkiler başlıyor.
    “Nereye daldın böyle?” diyor Jülide.
    “Söylediklerini düşünüyordum. Kadınları, erkekleri, iliş-
    kileri ve diğerlerini…”
    “Bazen ben de düşünüyorum. Neden bu kadar tatminsiz
    olduk diye? Biz mi değiştik, yoksa düzen mi değişti? Büyük
    heyecanlarla başlayan aşkları, sonsuza dek başlanan evlilikle-
    ri ne kadar da kolay tüketiyoruz. Dışarıda sevgilisinden ayrıl-
    mış veya eşinden boşanmış melankolik bir insan ordusu var.Şu memlekete bir bak, bir çok kadın ve erkek yalnız yaşıyor
    ama hepsi de yalnızlıktan şikayet ediyor. Madem birbirimize
    ihtiyacımız var, o hâlde neden bir arada yaşamayı beceremi-
    yoruz? Neden birbirimizi anlayamıyoruz?”
    Jülide’nin kırgın bakan gözleri hiddetleniyor.
    “Bir çok ilişkinin cinsel nedenlere dayandığını düşün-
    mek ne kötü,” diyor.
    “Bence daha kötüsü, kimse asıl problemin ne olduğunu
    bilmediğinden çözüm üretemiyor olması. ”
    Bu kez Jülide’yi bir düşünce sarıyor. Yerimden kalkıp yi-
    yecek bir şeyler almak için mutfağa giderken, Jülide gözlerini
    kayısı ağacının dalına odaklamış öylece duruyor.
    Çabucak hazırladığım birer bardak poşet çayın yanına
    soğuk sandviçleri koyup elimdeki tepsiyle salona dönüyo-
    rum. Jülide’nin isteksiz bakışları altında tepsiyi masaya bıra-
    kıyorum. Uzanıp çayını alırken aklının hâlâ başka yerlerde
    olduğunu görebiliyorum. Bakışlarını bana yöneltip düşünceli
    ve bezgin bir ifadeyle;
    “Yok yaaa, bu sadece kadın erkek meselesi değil. İnsan-
    lar mutsuz. Büyükler bir yana, çocuklar bile neşesiz. Baksa-
    na dışarıda bir tane bile çocuk yok. Biz çocukken kar kış din-
    lemez sokakta oyun oynardık. Şimdiki çocuklara bakıyorum
    da sokakta oyun oynamak şöyle dursun, büyüklere ayak uy-
    durmuşlar, sanki sırtlarında dünyanın yükünü çekiyorlar.”
    İkimiz de aynı anda karşı apartmanın küçük loş odasında
    bilgisayarının karşısında büyük bir dikkatle oyun oynayan
    çocuğa odaklanıyoruz.
    Jülide ile birlikte sık sık flörtlerimizi ve gönül yaraları-
    mızı konuştuğumuz cam masadayız ve bu kez konumuz diğer insanlar… Dışarısı için duyduğumuz kaygı. Çoğumuz, yanı-
    mızdan hızla geçen zamanın bir gün bize el sallayarak veda
    edeceğini hiç hesaplamadan içimizden gelenleri erteliyoruz.
    Yaşanmadan hoyratça geçirdiğimiz zaman durduğunda ise
    geriye hayli fazla “keşkeler” bırakırız. Daha şimdiden içime
    yayılan bir pişmanlık hissediyorum. Peki ya ben! Acaba ben
    ne kadar “keşke” biriktirdim? Kısa bir sessizlikten sonra dü-
    şüncelerimi toparlayarak Jülide’ye dönüyorum.
    “Çocukların seçme şansı yok ki. Daha onlar doğmadan
    yaşamları biçimlenmiş oluyor. Önlerine konulan hedefe kilit-
    lenip yarış atı gibi koşuyorlar. Geçenlerde hamile bir arkada-
    şımı gördüm. Bebeğe isim düşünüyordu. Öneriye açık oldu-
    ğunu söyledi. “Ama Türkçe karakterler olmasın. İleride yurt
    dışına giderse yabancılar kolay telaffuz edebilsin. Ayrıca
    biliyorsun bilgisayar dünyasında Türkçe karakter kullanılmı-
    yor,” dedi. Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Düşünebiliyor musun,
    daha bebek dünyaya gelmeden yurt dışına gönderiliyor. Söy-
    ler misin, bu şekilde daha doğmadan hayatı planlanmış olan
    bir çocuğun seçme şansı olabilecek mi? Daha ötesi zaten iliş-
    kilerini, nasıl davranacağını, ne giyeceğini hangi arabaya bi-
    neceğini nerelerde oturacağını, kilosunu ve hatta ten rengini
    bile birileri belirlemiş. Yazın yanık tenli olmalı… Trend bu…
    Hızlı tüketen ve hep başkaları gibi olmaya çalışan bu çocuk-
    lar, yarının tatminsiz büyükleri olacak.”
    “Haklısın,” diyor Jülide. “Kimse kendi gibi değil. Herkes
    birbirine benziyor. İstekler hep aynı. Daha iyi bir araba, daha
    şık giyinmek, daha elit yerlere gitmek vs. Bazen sokakta yü-
    rürken insanlara bakıyorum da şaşırıyorum. İfadeler, mimikler
    bile aynı. Mesela yürürken kimsenin içinden şarkı söylemekgelmiyor mu ya da kimsenin aklından komik bir şey geçmi-
    yor mu? Neden gülmezler bu insanlar.”
    Kıkırdamaya başlıyor. “Önceki gün, kaldırımda yürürken
    canım o an sek sek oynamak istedi.”
    “Peki oynadın mı?” diye soruyorum kahkaha ile gülerek.
    Bir kahkaha da Jülide atıyor. “Yok be kızım! Yapar mı-
    yım öyle bir şey. Millet beni deli diye tımarhaneye yollar val-
    la.”
    Katıla katıla gülüyoruz; 44 Hiç fena olmazdı hani, hatta
    yanındaki yatağa da ben yerleşirdim,” diyorum.
    Jülide’yi öperek uğurladıktan sonra pencereyi açıyorum.
    Sokakta her zamanki rutin hareketlilik var. Her zamanki ak-
    şam hareketliliği işte. İşten evlerine dönen yorgun ve keyifsiz
    insanlar. Apartmanların birbiri ardına yanan mutfak ışıkları.
    Yavaşça çekilen perdeler.. Televizyonları başına kurulmayı
    bekleyen telaşlı kadınlar ve akşamı ile iple çeken beyler. Ak-
    şam maç var… Artık evlerdeki atışmalar dg şükun bulmuş.
    Her evde iki televizyon var…
    *Pencerenin önünde durarak yüzüme vuran soğuk havayı
    soluyorum. “Son zamanlarda ne kadar yorucu ve dolu günler
    yaşıyorum,” diye düşünüyorum. Eren’in söyledikleri aklıma
    geliyor. Demişti ki; “Kerem bir şekilde, senin farkında olma-
    dan içinde bastırdığın ve patlama noktasına gelen Elvan’ı te-
    tikledi. İçindeki dalgalanmalar bu yüzden. Kalıpların yıkıldı-
    ğından kendini fark ediyorsun. Bu zor bir dönem ama sonun-
    da ortaya çıkan Elvan’ı çok seveceksin ve ona sıkıca sarıla-
    caksın.”
    Ne kadar haklıymış. Aklım o kadar karışık olmasına,
    içimde fırtınalar kopmasına rağmen hayattan başka bir tat al-
    maya başladığımı fark ediyorum. Kendimi daha iyi tanıma
    sürecine girdiğimi hissediyorum. Önceliklerimi, nerede ol-
    mak istediğimi ve ne yapmak istediğimi önemsiyorum. El-
    van’ın özgürleştiğini görebiliyorum.
    “Yarın Pazar, iyi ki işe gitmem gerekmiyor,” diyerek ha-
    fifçe gülümsüyorum.
    Renkleri düşünüyorum. Bugün rengim mavi. Kendimi,
    uçsuz bucaksız mavilerin birleştiği uzak ufuklarda bir yelken
    gibi hissediyorum.
    “Keşke şu an resim yapabilseydim,” diyorum. Yarın atöl-
    yeye gitmeliyim hem yarım kalmış resmimi tamamlar hem de
    Eren’le biraz vakit geçirim.Kapının zilinin çalmasıyla irkilip saate bakıyorum. Sekiz
    olmuş. Mustafa efendi olmalı. Mutfaktaki çöp kovasına göz
    attıktan sonra dış kapıyı açıp boşluğa sesleniyorum; “Bu gün
    çöp yok. Teşekkür ederim.” Mustafa efendi cevap vermiyor.
    Bu kez başımı hafifçe dışarı uzatıyorum.
    *
    Karşımda duruyor. Tam karşımda duruyor.
    Durgun göl yeşili gözleri büyük bir sevgiyle bana bakıyor.
    Pırıl pırıl… Çakmak çakmak.. Bakışlarında özlem, bakışla-
    rında aşk, bakışlarında heyecan ve yine şefkat var… Elinde-
    ki bir tutam nergisi bana uzatıyor.
    Ben şaşkın, ben sevinçten çığlık çığlığa bağıran…
    “Bu sen misin? Rüya görmüyorum değil mi? Aman Al-
    lah’ım Kerem… Kerem’im… Ben seni çok özledim.”
    Kollarını açıyor. Kollarına atlıyorum. Kollarımı boynuna
    doluyorum, belimden tutuyor. Sıçrayarak bacaklarımı beline
    dolayıp arkasında kenetliyorum. Kollarıyla bedenimi sarıyor.
    Burnunu boynumun altına sokarak uzun uzun, defalarca kok-
    layarak öpüyor. Yüzümün her noktasını tekrar tekrar öpüyor.
    Hiç konuşmuyoruz. Renkler pembe, renkler beyaz, renkler
    gökkuşağı. Ve ben uzun bir özleyişten sonra onun adımlarıy-
    la gökkuşağının altından geçiyorum.
    Salondaki somon renkli kanepenin üzerinde Kerem’in
    kucağındayım. Bacaklarım arkasında kenetlenmiş, göğsüm
    onun geniş göğsüne dayanmış. Yavaşça gömleğinin düğmele-
    rini açıyorum… Ellerim vücudunda geziniyor… Arzulu ateş
    dudaklarını öpüyorum. Uzun soluklarla… Sorgusuz, koşul-
    suz… Öncesi ve sonrası olmayan bir zaman dilimindeyim.Uyanış – Kalıplar Yıkılıyor
    Pencerenin önünde durarak yüzüme vuran soğuk havayı
    soluyorum. “Son zamanlarda ne kadar yorucu ve dolu günler
    yaşıyorum,” diye düşünüyorum. Eren’in söyledikleri aklıma
    geliyor. Demişti ki; “Kerem bir şekilde, senin farkında olma-
    dan içinde bastırdığın ve patlama noktasına gelen Elvan’ı te-
    tikledi. İçindeki dalgalanmalar bu yüzden. Kalıpların yıkıldı-
    ğından kendini fark ediyorsun. Bu zor bir dönem ama sonun-
    da ortaya çıkan Elvan’ı çok seveceksin ve ona sıkıca sarıla-
    caksın.”
    Ne kadar haklıymış. Aklım o kadar karışık olmasına,
    içimde fırtınalar kopmasına rağmen hayattan başka bir tat al-
    maya başladığımı fark ediyorum. Kendimi daha iyi tanıma
    sürecine girdiğimi hissediyorum. Önceliklerimi, nerede ol-
    mak istediğimi ve ne yapmak istediğimi önemsiyorum. El-
    van’ın özgürleştiğini görebiliyorum.
    “Yarın Pazar, iyi ki işe gitmem gerekmiyor,” diyerek ha-
    fifçe gülümsüyorum.
    Renkleri düşünüyorum. Bugün rengim mavi. Kendimi,
    uçsuz bucaksız mavilerin birleştiği uzak ufuklarda bir yelken
    gibi hissediyorum.
    “Keşke şu an resim yapabilseydim,” diyorum. Yarın atöl-
    yeye gitmeliyim hem yarım kalmış resmimi tamamlar hem de
    Eren’le biraz vakit geçirim.Kapının zilinin çalmasıyla irkilip saate bakıyorum. Sekiz
    olmuş. Mustafa efendi olmalı. Mutfaktaki çöp kovasına göz
    attıktan sonra dış kapıyı açıp boşluğa sesleniyorum; “Bu gün
    çöp yok. Teşekkür ederim.” Mustafa efendi cevap vermiyor.
    Bu kez başımı hafifçe dışarı uzatıyorum.
    *
    Karşımda duruyor. Tam karşımda duruyor.
    Durgun göl yeşili gözleri büyük bir sevgiyle bana bakıyor.
    Pırıl pırıl… Çakmak çakmak.. Bakışlarında özlem, bakışla-
    rında aşk, bakışlarında heyecan ve yine şefkat var… Elinde-
    ki bir tutam nergisi bana uzatıyor.
    Ben şaşkın, ben sevinçten çığlık çığlığa bağıran…
    “Bu sen misin? Rüya görmüyorum değil mi? Aman Al-
    lah’ım Kerem… Kerem’im… Ben seni çok özledim.”
    Kollarını açıyor. Kollarına atlıyorum. Kollarımı boynuna
    doluyorum, belimden tutuyor. Sıçrayarak bacaklarımı beline
    dolayıp arkasında kenetliyorum. Kollarıyla bedenimi sarıyor.
    Burnunu boynumun altına sokarak uzun uzun, defalarca kok-
    layarak öpüyor. Yüzümün her noktasını tekrar tekrar öpüyor.
    Hiç konuşmuyoruz. Renkler pembe, renkler beyaz, renkler
    gökkuşağı. Ve ben uzun bir özleyişten sonra onun adımlarıy-
    la gökkuşağının altından geçiyorum.
    Salondaki somon renkli kanepenin üzerinde Kerem’in
    kucağındayım. Bacaklarım arkasında kenetlenmiş, göğsüm
    onun geniş göğsüne dayanmış. Yavaşça gömleğinin düğmele-
    rini açıyorum… Ellerim vücudunda geziniyor… Arzulu ateş
    dudaklarını öpüyorum. Uzun soluklarla… Sorgusuz, koşul-
    suz… Öncesi ve sonrası olmayan bir zaman dilimindeyim.

    İlan ID: 7886051fb387cf8b

      

    Bir Cevap Bırakın

    Yorum yazmak için giriş yapmalısınız.