Halûk’a, “Hazırlan artık istersen, annem bekler,” demesi, yemekleri buzdolabına yerleştirmesi, üstüne ne giyeceğini düşünmesi, oyalanan kocasına alışılmış bir biçimde içinden hafifçe kızması, evinin gizli hâkimi olduğunu hissetmesi, pencerelerden görünen ilkyaz güneşinin ışıklarının halıya düşmesi, bütün bunlar, bu minicik, önemsiz ayrıntılar bir araya geldiklerinde güçlü bir sığınak oluşturuyorlardı onun için. Biraz önce hissettiği utancı, aşağılanmayı, hatta adamın küstahlığına duyduğu kızgınlığı unuttu. Duygularını inciten bir görüntü günlük hayatın ıvır zıvırı altına bir daha çıkarılmamak üzere gömüldü. Eğer, kendi haline bırakılsaydı bir daha o adamı belki hatırlamayacaktı bile.
Hep birlikte evden çıktılar.
Geniş caddenin köşesindeki trafik ışıklarında durduklarında, kirli yüzlü, yırtık fanilalı, tozlu saçlı bir çocuk kalabalığı yoksulluktan arsızlaşmış gözleriyle bulanık bir su gibi dalgalanarak arabanın çevresine üşüştü, ellerindeki paçavralarla pencereleri silmeye çalışıyorlar, bir yandan da verileceğini sandıkları parayı kapabilmek için kemikli, sıska dirsek-leriyle birbirlerini itiyorlardı. Hayata yenik başlamışlar, asla üstesinden gelemeyecekleri o yenilginin içinde çocukluklarını bile yitirmişlerdi. Yoksullukları da, arsızlıkları da iç acıtıcıydı.
Halûk, çevresinde kaynaşan o zavallı çocuk kalabalığını görmüyormuş gibi gözlerini yola dikmiş dümdüz bakarak yeşil ışığın yanmasını bekliyordu.
Aydan, birisini arar gibi çocuklara bakarken, biraz ilerde duran mavi gözlü küçük kızı gördü, kirden kararmış yanaklarında biraz önce ağladığını gösteren ince, beyaz izler görülüyordu. Öbür çocukların arasına katılmamıştı, bir direğe dayanmış duruyor-
du, ya utanıyordu dilenmeye ya da onlarla boğuşacak gücü yoktu. Minicik sıska yüzünde olduğundan da büyük görünen iri gözleri dargın bakıyordu.
Aydan kıza eliyle gelmesini işaret etti. Acıklı bir telaşla koşarak geldi küçük kız. Çantasından çıkardığı parayı verdi. Halûk, başını çevirmeden yan gözle bakmıştı verdiği paraya.
Kız, parayı alıp şaşkın ve sevinçli bir bakışla uzaklaşırken, Halûk gözlerini ışıklardan ayırmadan, “Senin içini rahatlatmaktan başka ne işe yanyor verdiğin para?” demişti.
Bazen böyle önemsiz cümleler Aydan’ın içinde, çabucak geçeceğini deneyimleriyle bildiği, küçük öfke çalkantıları yaratıyordu. Onu kızdıran söylenen sözler değildi; asla açıklayamayacağı, kimseye söyleyemeyeceği gizli bir duygusunun bir başkası tarafından kurcalanmasıydı.
Kenarda bekleyen küçük kıza para verirken, çok saçma olduğunu, hiçbir anlam taşımadığını bildiği halde, yaptığı bu küçük iyiliğin karşılığında, zengin bir ailede doğma şansına erişmiş olan kızının Tanrı tarafından korunacağını hissetmekten hoşlanıyordu. Kendi kızını koruyabilmek için küçük bir ayin yapıyordu yalnızca. Bunu açıkça böyle düşünmüyordu, bu berrak bir düşünce biçiminde değildi aklında, buna duygu da denemezdi, ne düşünce ne de duygu haline gelebilmiş, daha doğrusu bir duygu biçimine erişmesine izin verilmemiş, handiyse bilinçli bir çabayla zihnin bulanık bir bölgesine yerleştirilmiş sezgisel bir memnuniyetti.
Zaten Tann’yla ilişkisi de tıpkı bu duygu gibi belirsiz ve isimsiz bir alanda dolaşıyordu. Bu konulardan konuşmaktan hoşlanmazdı. Tanrı’nın varlığından emin değildi ama yok olduğunu söylemek de
istemezdi. Dua etmezdi hiçbir zaman, ama bazen işe gitmeden önce kızını giydirirken, kocasıyla kızının şakalaşarak kahvaltı edişlerini izlerken, o mutluluk kokusunu, bu küçücük, başkasının ilgisini bile çekmeyecek sahnelerde hissettiğinde, bunları kendisine bağışlayan bir güce, hatta bazen gözleri dolarak şükrederdi.
Bütün bunlar, onun konuşulmasını, tartışılmasını istemediği, hatta kendisinin bile fark etmeden geçiştirmeye çalıştığı, çok özel, çok gizli sığınakları, başarılı olmanın yarattığı korkuları azaltacak bir tür isimsiz uğurlarıydı. Bir başkasının bunlardan konuşmasından, bunları eleştirmesinden, bazen Halûk’un yaptığı gibi bunlarla alay etmesinden hoşlanmıyordu. Bunları aklıyla savunamazdı. Ama hayatında aklın dışında bir şeyler olması onu memnun ediyordu.
Halûk ise aklın dışında hiçbir şeyi kabul etmez, mantığının içine yerleştiremediği hiçbir fikri, hiçbir duyguyu benimsemez, duyguları bile akılcı çözümlemelerle açıklardı. Hayat, onun için, sınırları akılla çizilmiş berrak ve net bir coğrafyaydı. Dümdüz bir çizgide yürür gibi yaşar, bütün zikzakları, belirsizlikleri, sezgileri, duyguları, kuşkuları küçümserdi.
Aklı ve başarıyı buldukları alanlarda birlikte yaşarlar, gerçekten iyi iki dost olarak bunları paylaşırlar, birbirlerinin fikirlerine ilgi gösterirler, birbirlerinin akıllarına saygı duyarlardı ama aklın ötesine geçtiğinde Aydan yapayalnız kaldığını hissederdi. Orada bir şekil kazanamamış korkular, duygu haline bile dönüşememiş sezgiler, kimliği açıkça tarif edilememiş bir güce duyulan anlatılamaz bağlılıklar, sevilen ama açıkça sahiplenilemeyen hayaletler gibi dolaşırlar, Aydan bu tuhaf alanda, bunları kimseyle paylaşamadan, bazen dehşetle irkilip bazen